Bir düşünün, 23 yaşına kadar her şeyi bütün renkleriyle gayet güzel görüyorsunuz veeee... Bir talihsizlik sonucunda bir gün gözünüzün önündeki her şey kararıveriyor.
TIRMAN NECDET / FOTOGALERİ Her babayiğidin kolay kolay taşıyabileceği bir şey değil. Ne var ki, Necdet Turhan da herhangi biri değil. Dimdik ayakta durmayı başarıyor. ODTÜ’yü onur derecesiyle bitiriyor. Kendini dağlara ve koşmaya veriyor. Beş kıtada beş maratonda koşuyor, iki kez Ağrı’ya, bir kere Kilimanjaro’ya tırmanıyor. Ve şimdi de hedefi Mont Blanc Dağı’nın zirvesi. Biz de onu tüm kalbimizle destekliyoruz. “Yarım Kalan Hayatlar”ın bu haftaki kahramanı Necdet Turhan. Bu, benim icat ettiğim bir sosyal sorumluluk projesi. Şu ya da bu nedenle, bir talihsizlik sonucu hayatı yarım kalanlara destek olma projesi. Necdet Turhan o desteği herkesten daha fazla hak eden biri. Ben kolon kanserine karşı bilinçlendirme kampanyasında görev aldım, bedelini de Necdet Turhan’a devrettim. Kendisinin hikâyesini www.necdetturhan.com adresindeki internet sitesinden de takip edebilirsiniz. Mont Blanc tırmanışını Nevzat Öntaş, Öztürk Kayıkçı, Haldun Ülkenli ve Mustafa Kalaycı ile yapacak. Çocukluk?
- Çocukluğum Bursa’da geçti. Büyük şans. Güzel şehirdi eskiden. Eski Bursa’dan söz ediyorum tabii. O mahallelerden. Çift kanatlı kapıları, arkada yüksek duvarlarla çevrili büyük bahçeleri olan, kanarya seslerinin yayıldığı güzel evler. Şimdi 26’şar katlı gökdelenler dikmişler, iyi ki görmüyorum. Bursa’yı o eski haliyle hatırlamak istiyorum. Anne baba neci?
- Baba polis memuru, anne ev hanımı. İkisi de ne yazık ki, vefat ettiler. Ben şimdi ablamla yaşıyorum. Çocukken, dağa taşa meraklı mıydınız?
- Evet, zaten görme engelli olduktan sonra, dağcılığa geçme nedenim, geçmiş günlerime duyduğum özlem. Bayılırdım dağa taşa. Çocukken, Uludağ derelerine gidip alabalık avlardım. Gerçi, ilk iki sene hiç yakalayamadım ama yılmadım. Sonra bir gün yakaladım. Azmin elinden hiçbir şey kurtulmuyor. İnanır mısınız o balığı öptüm! O zaman gözlerinizde bir sorun yoktu yani...
- Yoktu hayır. 23 yaşında kornea rahatsızlıklarım baş gösterdi. Grapon hastalığı da deniyor. Korneam kararmaya başladı. Kornea nakilleri oldum 3 kere falan. Son ameliyatım Ankara’da Gazi Hastanesi’nde gerçekleşti. Ameliyata girmeden önce çok az ışık görüyordum, girdikten sonra o ışığı da kaybettim, yüzde 100 görme engelli oldum. Son 30 yıldır durumum bu. Tüm bunları gayet normal bir şeymiş gibi anlatıyorsunuz. Oysa siz doğuştan görme engelli değilsiniz. İnsanın gözlerini kaybetmesi kolay bir şey olmasa gerek. Ne oluyor? Şok mu yaşıyor? Hayatının yarım kaldığını mı düşünüyor?
- Başkalarını bilemem. Ben size ancak Necdet Turhan’ı anlatabilirim. Ben depresyona girmedim. Yüreğimdeki direnci de kaybetmedim Hiç mi?
- Hiç. Nasıl olur?
- Bilmiyorum. Tamamen görme engelli olunca, biraz şaşırdım. O da olup biteni kavrayamamaktan ötürü bir şaşkınlık. Ama beni bunalıma taşımayan bir şaşkınlık. Ben yıkılmadım, hatta bizimkilere moral veriyordum. Benim gönül gözüm görecek, merak etmeyin diyordum. Babam çok ağlardı halime. Peki ameliyattan önce az biraz ışık varmış, o da gidince kızgınlık duymaz mı insan, doktorları suçlamaz mı?
- Kızsanız ne yazar? Ben öyle öfkeli bir tip değilim. Hayatta tevekkül diye bir şey var. 1986’da yüzde 100 görme duyumu kaybedince, “Bari bu yeni duruma uyum sağlayabileyim” dedim. Ankara’daki Körler Rehabilitasyon Merkezi’nde 5 ay eğitim aldım. O zaman pek çok şey daha da kolaylaştı benim için. Kabartı yazı okumayı, baston kullanmayı öğrendim. Kör adam ne yapar, ne yapamaz onu keşfettim. Ne yapamaz?
- Ben size bir şey söyleyeyim mi, her şeyi yapar! Oraya gitmeden çay bile koyamıyordum. Rehabilitasyon merkezindeyken, para biriktirdim, 2 çelik tencere ve fırın aldım. Anneme dedim ki; “Bak anne, sen benim için üzülme, körler her şeyi yapabiliyor!” Artık yemek de yapabiliyordum. Ama onu ikna edebilmek için evde işe patates soymakla başladım. Öyle bir aşamaya geldim ki, artık annem ve ablam bir yere giderken, “Baban evde, sen idare et, ona yemek yap” filan diyorlardı. Kendi kendime yetmeyi öğrendikten sonra dışarıdan liseyi bitirdim. İlk girişte bütün derslerimi verdim. Nasıl başardınız?
- Hayatta her şey oluyor, yeter ki isteyin. Bir yol mutlaka bulunuyor. Nasıl mı yaptım? O zaman şartlar çok ilkeldi tabii, görme özürlüler için neredeyse hiçbir şey yoktu. Kitapları kasetlere okutturuyordum, milletten rica ediyordum, ablam da matematik konusunda yardım etti. Fakat yine de mezun olduğum lisedekiler dedi ki, “Şimdiye kadar dışarıdan girip de bir kerede bütün dersleri verip mezun olan kimse yok. Siz ilksiniz!” Çok mu akıllısınız?
- Yok hayır, mesele akıl ya da zekâ değil. Ben çok sebat ediyorum herhalde. Gece gündüz çalışıyordum. Ablamın walkman’ime kaydettiği matematik formüllerini ezberliyordum. Akıldan çok istikrar benim yaşamımı belirledi. Sonra ODTÜ’ye girdiniz. Peki bunu nasıl becerdiniz?
- Çalışarak. İlk tercihim ODTÜ Uluslararası İlişkiler’di, 1989’da girdim. Sonra yatay geçiş yaptım, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden onur derecesiyle mezun oldum. Vayyyyy!
- Evet, herkes benim için seferber oldu. Birine 20 sayfa okutuyordum, diğerine 10 sayfa. Sonra walkman’imde onları dinliyordum. Ve kendi sesimle özet çıkarıyordum. Sonra özet yaptığım kasetleri tekrar dinliyordum. Özetin de özetini çıkarıyordum. ODTÜ’ye girebilmek için 6 ay çalıştım, aslında 4 ayda da yapabilirmişim. Aynı özet çıkarma yöntemini üniversitede de sürdürdüm. İyi de bu talihsiz olayı “N’apalım, başa gelen çekilir” diye kabul mu ettiniz yani? Öfke, kızgınlık, isyan...
- Hiçbiri olmadı. Bana psikologlar da sordu, “Ne kadar sürdü şok döneminiz?” diye. Ben dedim “Öyle bir dönem yaşamadım.” Bana pek inandırıcı gelmiyor.
- İnanın. Tırmandığınız dağları görmek istemez misiniz?
- İsterim. Ama şunu öğreniyorsunuz, insan sadece gözüyle görmüyor. Esas olarak yüreğiyle görüyor, yaşamı kalbiyle duyumsuyor. Bir de ben uzun yıllar gördüm. Benim durumum hiç görmemiş birinden farklı. Ben kafamda canlandırabiliyorum, hatırlayabiliyorum, hissedebiliyorum. Sizi de şu anda canlandırabiliyorum, siluetiniz bende oluştu. Bir de evde bunalım yapmak yerine, hemen yeni duruma uyum sağlamak beni özgürleştirdi. ODTÜ’nün hayatınızda nasıl bir yeri var?
- Çok büyük bir yeri var. ODTÜ’lü olmak nasıl bir şey? Ne öğretir insana?
- ODTÜ, insanın ufkunu genişletir. Ama sistematiği olmayan kişi ODTÜ’de başarısız olur. Dağcılıkla da ODTÜ’de tanıştım. Ve bütün hayatım değişti. Dağcılık kulübünde kimse, ‘Kardeşim ne arıyorsun burada’ demedi mi? Her şey normal mi karşılandı?
- Hayır, normal karşılamadılar. Mesela ilk yıl Elmadağ yürüyüşüne katıldım arkadaşın kolunda. Görme engelli olmam nedeniyle, ondan sonraki etkinliklere beni almadılar. Çadırda ispirto ocağı yakıyoruz, yapamazsın dediler. Güvenliğim için endişeleniyorlardı. Benim de yapacak bir şeyim yoktu. Kimseye alınmadım. Kenara çekilmedim, uzaklaşmadım. Kampüste koşu antrenmanları yapılırdı, yine arkadaşın kolundan tutarak katılırdım. Ne zaman sizi de tırmanışlara dahil etmeye karar verdiler?
- Ilgaz Dağı’nda bir etkinlik oldu, beni de almalarını rica ettim. Götürebiliriz ama zirveye gelmek isteme dediler. Ana kamp yerine ulaştık. Diğerleri sabah zirveye gitti, arkadaşım Murat Özdemir’le biz kampta kaldık. Murat bir filmde, görme engellilerin sesle yönlendirilebildiğini görmüş. ODTÜ’lü zekâsı var adamda. Elime bir sopa verdi, sana seslenince sesime doğru gel, dedi. Seslendi ve benden uzaklaştı. Ayak seslerini duyuyordum, izledim. Ertesi gün kimsenin yardımı olmadan, tutunmadan uzun bir mesafe yürüdüm. Ama çamurlu alana gelince ses kesiliyordu. O zaman ses verecek ne olabilir? Bir çan olabilir. Ertesi yıl Beydağları etkinliğinde benim sistemim iyice yerine oturdu: Önümdeki kişinin sırt çantasına bağlanan çan sesini takip ediyordum. Dünyada sizin gibi başka biri var mı, çan sesiyle dağa tırmanan?
- Yok. İtalya’da bir arkadaşla yazışıyorduk ama onun sistemi farklıydı. Ağrı Dağı’na tırmanmaya gelen İspanyol bir ekip vardı. En fazla görenleri en önde tırmanıyor, arkadakilere sopa uzatıyor.
Herkes de o sopayı tutuyor. Bir tür katar gibi. Kısacası benim sistemin eşi benzeri yok. Bireysel çaba değil sosyal proje Ağrı Dağı’na tırmanmak nasıl bir duyguydu?
- Ağlatacak bir duygu. Ara kamp yerine indiğimde, 4 bin 200 metrede ağlamaklı oldum. Çok istediğim bir şeydi. Ama zirvede çok fırtına vardı, o duyguları yaşayamadık. Zirveyi yaptık, aşağıya döndük. Bir dağın zirvesine ulaşmak ne ifade ediyor sizin için?
- Mutluluk ifade ediyor. İşin doğrusu, önce bireysel bir motivasyon olarak başladı. Dağları sevdiğim için, tekrar tekrar gitmek istediğim için, dağlarda kendimi mutlu hissettiğim için yapıyordum. Kilimanjaro’ya tırmandım, döndüğümde İskenderun’dan bir hanım mesaj atmış. Benim de görme engelli kardeşim var, sizin yaptıklarınızı gördükten sonra, kardeşimin geleceği konusunda kaygılanmıyorum, sizinle müthiş gurur duyuyorum, demiş. Bunu da duyunca dedim ki, Necdet bu senin bireysel çaban olmaktan çıktı, bir sosyal proje oldu. Yarım bırakmak zorunda kaldığınız bir tırmanma macerası var mı?
- Evet oldu. Ağrı’ya ilk çıkışımda 4 bin 500 metreye kadar tırmandım, yarım bıraktım. Çünkü bana göre organize edilmiş bir etkinlik değildi. Çok profesyonel dağcı arkadaşlar vardı. Eğitimlerim yetersizdi. O yıl tırmanışı yarım bıraktım ama iki yıl sonraki zirve tırmanışı için katkısı oldu. Bu arada dönemin sağlık bakanı benim Ağrı’ya çıkmamın sakıncılı olduğunu söyledi, buna rağmen yaptım. Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkmakla Kilimanjaro’nun tepesine ulaşmak arasında ne fark var?
- Kilimanjaro daha curcunalı bir etkinlik. Dünyanın dört bir yanından akın akın insanlar geliyor. Bu anlamda farklı. Kamp yerlerine çıktığınızda hemen her ülkeden insanlar görebilirsiniz. Röportaj linki: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/14231714.asp?yazarid=12